Aşık Veysel
Engelleri Aşan Başarı Öyküleri
“Halbuki o sadece gözüne inen karanlıkla mücadele etmemiş aynı zamanda etrafını saran cahillikle, yoklukla, halden anlamaz, kıymet bilmez, duyarsız memurlar, bürokratlarla ve siyasetçilerle de mücadele edip bayrağını anadolunun her yerinde dalgalandırmaya çalışmıştır.”
Ünlü ozanmız Aşık Veysel’i pek çoklarımız sadece onun gözünün görememesine rağmen bestelediği dillere destan türküleri ile tanırız. Halbuki o sadece gözüne inen karanlıkla mücadele etmemiş aynı zamanda etrafını saran cahillikle, yoklukla, halden anlamaz, kıymet bilmez, duyarsız memurlar, bürokratlarla ve siyasetçilerle de mücadele edip bayrağını anadolunun her yerinde dalgalandırmaya çalışmıştır. Aşık Veysel’in hikayesi aslında engelleri aşan tam bir başarı hiakayesidir.
Aşık Veysel Osamnlı İmaratorluğunun dağılmaya yüz tuttuğu Anadolu’nun bütün bütün unutuldğu Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde 1894 yılında dünyaya gelmiştir. Yedi yaşına girdiği 1901 yılında Sivas’ta çiçek salgını yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım.. Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı Elif küçük Veysel’in elinden tutarak onu gezdirmeye, dolaştırmaya başlar. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Yıl 1914, Birinci Dünya savaşına giren Osmanlı Devleti seferberlik ilan etmiştir. Kardeşi Ali de cepheye gitmiştir. Küçük Veysel kırık telli sazıyla artık daha da yalnızdır köyünde. Köyde Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşmuştur. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok mahzun eder. O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır; “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriir. Esma’dan bir kız, bir oğlu olur Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüverir.
Veysel’in acıları bununla da bitmez; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelir. 1921’de annesini ardından 18 ay sonra da babasını kaybeder. Bağ, bostan işleriyle uğraşırken köy odasına değişik köylerden gelen aşıklarla birlikte Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden o da çalıp söylemektedir.
Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutarlar. Günlerden bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, hizmetkar diye aldıkları kişi, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırır. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklenir. Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardır. İki yıl kucağında gezdirir Veysel kızını, ne çare ki o da yaşamamış ölmüştür.
Veysel artık bu alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar verirler. Fakat Deli Süleyman isminde birisi Veysel’i bu seyahatinden vazgeçirir. “Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kirve, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”
Deli Hüseyin Veysel’i Adana’ya göndermese de, Zara’nın bir köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek onu 3 ay misafir eder. Kalaycı Hüseyin adında bir arkadaşı ile köyüne dönerken Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alır. Fakat yolda bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybederler.
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurarlar ve üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlerler. Ahmet Kutsi Tecer Aşık Veysel’e sahip çıkar, artık ünü köyleri aşmaya başlar. Köy köy dolaşan Aşık Veysel, usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylemektedir.
Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer bütün halk ozanlarını cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler yazmaya davet eder. Nahiye müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in yazdığı destansı şiiri çok beğenir ve bunu, “Ankara’ya gönderelim” der. Aşık Veysel ise tüm olumsuzuklara, fakirliğe ve parasızlığa rağmen “Ata’ya ben kendim giderim” diyerek vefalı arkadaşı İbrahim ile parasız pulsuz yayan olarak yollara düşer. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki gönül insanı, üç ay boyunca yol yürüyerek Ankara’ya gelirler. Ankara’da bir tanıdıkların evlerinde 45 gün onları misafir eder. Destanı Atatürk’e okumak hevesiyle Ankaralara gelmişler ise de bu bir türlü kısmet olmaz.
O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, her şeyimizi sağlar.
Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’ Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. ‘Böyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. Bize yardım et!’ dedik.
Dedi ki: -’Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. “Ne yapsak?” diye düşünüyoruz. Sonunda, “Matbaaya biz gidelim” dedik.
Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük. Ayağımızda çarık, bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.!
Polis geldi: -‘Giremezsiniz, Çarşıya girmek yasak!” dedi. Dedik sazımıza tel alacağız.
Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı.
–‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.
–‘Beyefendi biz dilenmiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik.
O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık.
Sonunda matbaayı bulduk. -‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi.
Çaldık dinledi!
– ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:
-‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahveleri girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: “Bu iş olmayacak.” Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: – ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!…’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: – ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’
Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız?’ dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: – ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dedi. Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necip Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.
Aşık Veysel Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla sonraları Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği de yapar. Sazını ve şiirini iyiden iyiye geliştirir.
1965 yılına gelindiğinde ise TBMM, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlar. 21 Mart 1973 günü, doğduğu köy olan Sivrialan’da şimdi müze olan evinde hayata gözlerini yumar Aşık Veysel. Geriye ise unutulmaz şiirleri ve türküleri kalmış Türk halkının gönlünde.
Uzun, ince bir yoldayım
Gediyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne hâldeyim
Gediyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yörüdüm aynı zemanda
İki gapılı bir handa
Gediyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Uzak gözükür görünce
Yol bir dak'ka, mıktarınca
Gediyorum gündüz gece